İçeriğe geç

Bilim göreceli midir ?

Bilim Göreceli midir? Edebiyatın Aynasında Bilginin Belirsizliği

Bir edebiyatçı için kelimeler, yalnızca anlam taşıyan araçlar değil, aynı zamanda dünyayı kuran sihirli varlıklardır. Her cümle, gerçeğin bir yüzünü gösterirken diğerini gizler. Bu yüzden, “Bilim göreceli midir?” sorusu yalnızca laboratuvarlarda değil, edebiyatın kalbinde de yankılanır. Çünkü bilim gerçeği bulmaya çalışırken, edebiyat gerçeği anlamlandırmaya çalışır. Belki de ikisi aynı yolda yürüyen, fakat farklı yöne bakan iki gezgindir.

Gerçeğin Hikâyesi: Bilim ve Edebiyat Arasında İnce Bir Çizgi

Edebiyat, insana dair olan her şeyi sorgular. Bilim de öyle. Ancak aralarındaki fark, yöntemde değil, amaçta gizlidir. Bilim, gerçeği nesnel bir şekilde ortaya koymaya çalışırken; edebiyat, o gerçeğin insanda nasıl yankı bulduğunu anlatır. Fakat burada ironik bir durum vardır: her iki alan da sonuçta insanın algısına dayanır — ve insan algısı her zaman görecelidir.

Düşünün, Einstein’ın görelilik kuramı yalnızca fiziksel zaman ve mekânı değil, aynı zamanda felsefi bir bakış açısını da dönüştürdü. Edebiyatta zamanın göreceli oluşu, Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” adlı eserinde benzer bir biçimde işlenir.

Proust’un kahramanı için zaman, duyguların ve hatıraların akışına göre değişir — tıpkı görelilikte olduğu gibi, zaman bir gözlemciye bağlıdır. Böylece bilimsel bir ilke, edebî bir anlatının duygusal dokusuna sızar.

Edebî Metinlerde Bilimsel Görecelik: Gerçeğin Katmanları

Edebiyat, bilimin “tek doğru” arayışını sorgular. Çünkü metinlerdeki her anlatıcı, kendi dünyasının merkezinden konuşur. Bu yüzden bir roman, asla bütünüyle nesnel olamaz — tıpkı bilimin de mutlak doğruluğa ulaşamaması gibi.

Virginia Woolf’un “Mrs. Dalloway” romanında, zamanın akışı fiziksel bir ölçüm değil, bilinç akışının ritmidir. Her karakter, aynı güne farklı bir anlam yükler. Bu, bilimdeki göreceliliğin duygusal bir yansımasıdır. Kafka’nın evreninde de benzer bir şey olur: “Dava”da adalet, “Şato”da otorite, nesnel bir sistem değil, bireyin algısıyla şekillenir. Gerçek, herkesin gözünde farklı biçim alır.

Bu örnekler bize şunu hatırlatır: Edebiyatta olduğu gibi, bilimde de gerçeklik bir perspektif meselesidir. Bir bilim insanı denklemlerle, bir yazar ise kelimelerle aynı şeyi dener — dünyayı anlamlandırmak.

Bilimin Edebî Yüzü: Mutlaklıktan Göreceliğe

19. yüzyılın pozitivist dünyası, bilimi mutlak gerçeğin kaynağı olarak görüyordu. Ancak 20. yüzyıl edebiyatı, bu inancı yerle bir etti. Thomas Kuhn’un “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” adlı çalışması, bilimin bile dönemsel paradigmalarla şekillendiğini savundu.

Yani bilim, zamanın ruhuna göre değişen bir anlatıydı — tıpkı bir romanın dönemin ruhunu yansıtması gibi.

Edebiyat, bilimi kutsal bir otorite olarak değil, insanın anlam arayışının bir parçası olarak görür. Bilimsel bilgi, insanın kendi evrenini anlama çabasının ürünüdür; dolayısıyla duygudan, inançtan ve kültürden bağımsız değildir.

Bu bağlamda “bilim göreceli midir?” sorusuna edebiyatın cevabı açıktır: Evet, çünkü insan görecelidir.

Karakterlerin Bilimsel Gerçeklik Algısı

Birçok klasik eserde, karakterlerin bilime ve bilgiye yaklaşımı, dönemin düşünsel atmosferini yansıtır. Mary Shelley’nin “Frankenstein” romanında bilim, insanın tanrısal güçlere özenme arzusunun sembolüdür. Ancak Shelley, bu bilimin etik sınırlarını sorgular. Frankenstein, bilimin yalnızca teknik değil, ahlaki bir sorumluluk olduğunu hatırlatır.

Bu yönüyle Shelley’nin eseri, bilimin göreliliğini gösterir:

Bir buluş, kimin elindeyse onun niyetine göre ya kurtuluş ya da felakettir.

Benzer biçimde George Orwell’in “1984” romanında, bilimin bilgi üretmek yerine kontrol aracı hâline gelmesi, bilginin mutlaklığını ortadan kaldırır.

Gerçek, iktidarın söylemine göre yeniden yazılır.

Bu noktada edebiyat, bilimin bile söylemle, yani dille şekillendiğini gösterir. Ve dil, en nihayetinde, her zaman görecelidir.

Sonuç: Bilim Bir Hikâyedir, Ama Gerçeğe En Yakın Olanı

Bilim, insanın dünyayı anlama çabasıysa; edebiyat, bu çabanın duygusal ve düşünsel yankısıdır. Her ikisi de mutlak gerçeği ararken, her ikisi de insanın öznel gözlüğünden bakar. Bu yüzden bilim, tıpkı edebiyat gibi, bir tür “anlatı”dır — ama gerçeğe en çok yaklaşan anlatı.

Bilim göreceli midir?

Belki de asıl soru şudur: İnsan mutlak olabilir mi?

Edebiyat, bize bu sorunun cevabını verir:

Hiçbir kelime, hiçbir duygu, hiçbir düşünce bütünüyle nesnel değildir. Çünkü her anlatı, anlatanın kalbinden geçerken şekil değiştirir. Ve belki de, tam da bu yüzden, bilimin de edebiyatın da büyüsü hiç bitmez.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Hipercasino şişli escort megapari-tr.com
Sitemap
https://alfabahisgir.orgprop money